30 Kasım 2010 Salı

ikimayısikibin0dokuz

            Bir kez daha üzgünüm ama daha önce hiç üzülmemişçesine, daha öncekilerden beter mi beter. Bağışla uykularını seçemiyor insan.
            Rüyamda seni gördüğüm o an’a öylesine kaptırmış ve inandırmışım ki kendimi sanki uyandığımda da yanımda olacağını düşünmüştüm. Sarsılarak uyandım. Saatin kaç olduğundan haberim dahi yoktu. Saatlerimiz Rıfkı’nın hazin ve korkunç yaratıcı intiharından sonra hastane yönetimi tarafından toplatılmıştı.
Zifiri bir sessizlik hakim koğuşta ve ben hangi yana, nereye bakacağımı bilmeksizin gözden geçiriyorum ortalığı. Buralarda bir yerdesin sanki ve bir an çıkıp, boynuma atlayıp sarılacaksın diye geçiriyorum içimden, aldanıyorum. Gerçekten rüyadaymışız, gerçeğe çok yakın bir rüyada. Neden uyanmıştım, rüyamda orada öylece seninle kalsaydım ya. Günlerce uyusaydım. Sen gidene kadar aralıksız ve soluksuz kalarak uysaydım sana. Ama artık çok geç, gecenin tenha avlusunda kendi us kuyuları tarafından kandırılmış biriyim. Bir zavallı. Bilirsin çabuk kanarım ben. Bağışla Sevgili, seni orada başkalarının uykularında yalnız bırakıp uyandığım için.

            Rıfkı saat kaç gözüm?

            Zaman insan için tehdit olduğunda bir kol saati ansızın bir suç aletine, bir delile dönüşebilir. Ayrıntılara girmek istemiyorum, az çok hepiniz Rıfkı’nın son dakikalarını tahmin edebilirsiniz sanırım.
            İyi geceler dünya.
            (.) nokta 

27 Kasım 2010 Cumartesi

otuznisanikibin0dokuz

birinci dereceden kuşku notu


bir değişik duruyorum dünyanın rahminde 
başka başka cinnetlerden arta kalıyor kırışık etim
aç ve çıplak tanrılar ucuz ritüellerde kıvranıp duruyor
biraz daha et
birkaç leş derdine

:

kanar ışık göz çukurlarımdaki mora karışır
her gün biraz daha seyrelir direnmek şüphe tahrike yol açar
ve start!
başlar kovalamaca kurcalanmaya müsaittir her şey 
sesimden düşürdüğüm birkaç numune acı
            muhbir hüzünlerin provokasyonuna uğrar

            dünyanın boş bakan tüm gözleriyle
el sıkışır rengi kaçık bakışlarımın suçluluğu
ve sabaha uzanan loş koridor hep tenhadır
sessiz, soğuk ve sonsuz beyazdır
            sürtüne sürtüne düşe kalka ardımda bıraktığım
uyur şehir
zehir damarlarımı yırtarcasına dolanır yatağında 

alışık kırılmalar birkaç fay hattı boyunca
ardışık çözülmeler…
Aşksız ve Allah’sız ayaktayımdır son sahnede
            yağmalanmış tezgahlarda didiklenmiş olsa da aklım, diner bulantılar
            o son nefes bir çandır çınlar odanın eli boş duvarlarında
           
            susar sazlar birdenbire ve birbirlerine küserek
kayıp yoktur
            alkışsız kapanır gece

            tahir emek d.

            Mavi defterimin arasında farkına vardığım buruş buruş bir kağıt parçasının üzerine karalamışım bu cümleleri. Tarih düşmek aklıma gelmemiş. Ama o geceyi şu an bile iliklerimde hissediyorum. Geçen her saniye biraz daha büyüyor tedirginliğim. 
            Gitmem gerek.
            Gitmem.
            






26 Kasım 2010 Cuma

aynı günün ağlamaklı gecesi

Kandandık.
Damladık tel tel! Çok uzatılmış, bilinmez bir kavganın ortasına terk edildiğimiz günlerin ertesinde, birbirimize sokulmaktan başka çıkar yolumuz kalmamıştı. Sarılmasak ayıplardı bizi tarih. Sarıldık kaçınılmazın sarnıcında. Kucak kucak uyuduk tedirgin çocukluklarımızda. Dilimizde keskin ve şehla inat. Sabırlı sabilerdik. Öyle derdi şivesine namusu gibi tutunan o yaşlı Kadın. Haberini duyurdu Birol. Pembe sesi bir an da karardı ve kaskatı dondu. Gün ortasıydı, kepenkleri indi yüzümün. Gerisi yaşamak kalanlar adına.       
Hayaline sarılarak anıyorum oyun arkadaşımı…
Gittiğin toprağa şarkılar mırıldanıyorumdur bu mektup.
Islığı kuru çocuğum benim. Her mevsim çatlaktı dudakların. Yeni bir şarkı öğrenmenin bir kıta keşfetmek gibi olduğunu anlatırdın. Şarkılarda yürürdün, şarkılarla açılırdın o kudurmuş denizlere. Seni anlamak için kaç şarkı ezberledim uygunsuz sesimle. 
O ağacın gövdesine gizlediğin başını belki bir gün yeniden uzatacaksın, yüzündeki ifadeyi göreceğim. “Hey, güzel delikanlı çakmağım sende mi” diye soracağım. Cebimde unutmuşum diyerek gülümseyeceksin.
Çıldırmış gibi yürüyorum sokaklarda Ersin’ den, senden be adam, bir şeyler bulmak istiyorum. Yakıcı bir his bu! Ona hiç sarılmayan bilemez bunun nasıl bir duyguya tekabül ettiğini. Silme alkol kokuyorum. Önümü görmem bile imkansız. Seni ölüme çağıran sese, gülen cesedine olan uzaklığıma ve Birol’ un sesindeki o kımıltısız tınıya, sokak kedilerinin beni umursamayan triplerine lanetler okuyorum. 
Leş gibiyim Birol! Akbabalar geceye pusu atmış ve dört dönüyorlar yaslı bedenimin üzerinde. Sokak küskün, lal ve dar. Bir tabut gibi. Şu an düşsem, kalkmak güç bir ihtimal yığıldığım o yerden. Dümdüz yürüyorum. Adımlarımın beni nereye taşıyacağını dahi düşünmeksizin.
Her şey zamansız olacak. Hangi takvim umursadı bizi, hangi din, hangi dil ve hangi düşünce. Hangi tanrı okşadı saçlarımızı gülerken dünyaya. Biliyorum bunların hiç birine ihtiyacımız yoktu. Bunlarsız büyüdük sonra sen gurbete döndün yüzünü. Ülkemden bir şehir kopuyordu, kentimden yürümeyi en çok sevdiğim o sokak. Alışırız deyişin, kim gidiyorum dese hala çınlar kulaklarımda. Alışmıştım. Şimdi buna da alışırız Ersin. 
O çınar ağacını senden sonra kestiler ve ben bunu sana hiç diyemedim. Şimdi orada gösterişli bir markanın mermer kaplı, iki katlı binası yükseliyor. Gözlerimi kapasam orada olacağız. Acıdan denemiyorum bunu. Bağışla ben bu sularda bir boğulmak oldum.

Not: Ersin’ e yazmışım… Defterimin tozlu sayfalarının arasında rastladım. Yıllar sonra saygıyla anarken…
(.) nokta

yirmidokuznisanikibin0dokuz

Bir yere alışmak, o yerin suyunu içmekle başlar.
           
Bu cümleyle uyandım. Gördüğüm rüyaları hatırlamıyorken, bu cümlenin belirgince aklımın labirentlerinde bir çıkış yol arıyor olmasına şaşarak uyandım. Bir ağrı gibi, nedensiz bir ağrı gibi çınlıyordu kulaklarımda. Oysa hiçbir ağrı nedensiz değildir durup dinlediğinde.
Şimdi siz ne zamandır burada olduğumu merak ediyor olabilirsiniz. Çok doğal bir merak bu. Ama merakınızı giderecek tatmin edici bir cevabım olmayacak. Her ne kadar günlüğe tarih atıyor olsam da, burada geçen zamanı hesap etmek istemiyorum. Geçici olarak buralardayım. Bir gün yeniden aranıza karışacak ve yine bir kriz sonrası beni apar topar buraya kapatacaklar ya da buraya kapatılmayı ben isteyeceğim.
Düşündüğümde, burada kalmakla dışarıda olmak arasında çok ciddi bir fark yok benim açımdan. Ancak dışarıda olmayı özlüyorum ama dışarıda geçirdiğim günlerde burayı özlediğimi hiç hatırlamıyorum.
Hayatın içinde olmak! İnanın burada da bir hayat var. İnsan nerede olursa olsun hayatın içindedir. Aslolan yaşamak değil midir?  Bu yüzden hayatın içinde olmak yerine dışarıda olmak demenin doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.
  Sıradan bir gün yine. Herkes haplanmış ve dingin. Bahçede bana tahsis edildiğinden adım kadar emin olduğum banktan izliyorum halkımı. Hepsi kendi halinde bir şeyle uğraşıyor. Yürüyenler, kendilerine gömülüp gökyüzünü izleyenler, okuyanlar, birbiriyle sohbet edenler, dama oynayanlar. Ya ben, …
Kendi sonsuz yalnızlığıma çekilmiş susarak yeni bir alfabenin inşası içindeyim. Konuşmanın bile bir süre sonra insanı kirlettiğini düşünüyorum (bazen). Kendimizi birilerine anlatma telaşının bizi yeni oyunlara sürüklediğini iddia ediyorum. Sanki herkes bizim gibi düşünmeli ya da hissetmeli. Düşüncelerimizi veya duygularımızı başkalarıyla paylaşmak yerine, onları karşımızdaki insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıyoruz çoğu zaman. Dönem dönem kendisine bile katlanamayanlar, kendilerine benzer yaratıklar yaratma çabasını neden güderler ki? Yine çenem düşütü, yine…
Bu günlük bu kadar.  Gece bir şeyler yazasım gelirse yine uğrarım.
(.) nokta  

yirmisekiznisanikibin0dokuz

Sessiz bir gündü. Herkes kendi ‘normalini’ yaşadı bu gün. Normal?
Sakin bir gece, sanki bütün her yer, herkes uyuyor. Uzakta birkaç ışık var sadece. Burası hayatın çok dışında kalan, dört blok ve on iki koğuştan oluşan uzayın en ücra köşesine kurulmuş bir galaksi. Dünyaya seslensek kimseye bir şey duyuramayız, duyursak da çok önemsenmez. Önemsense bile sanırım bizler bunu anlayamayız. Anlasak da çok bir şey değişmez.
            Şimdi belki de siz, bu satırları okuyan sizler benim deli olup olmadığımı düşünüyorsunuz. Ya da akıllı olup olmadığımı. Ne fark eder ki? Neresinden bakarsanız bakın, hangi soruyu denerseniz deneyin kırıcı olabilir. Okumaya devam edin benim ‘ne’ olduğumu düşünmeksizin. Ama bir delinin ‘akıl dolu’ daha doğrusu mantıklı şu satırlarını okurken sakın kendinizle ilgili sorular sormayın ve aklınızdan şüphe etmeyin. Çünkü bu korkunç komik olabilir. Neyse geceye dönelim. Zaten çok fazla da kalmayı düşünmüyorum aranızda. İşlerim var.
            Evet işlerim var. Başucumda duran minik tabletimi yarım bardak suyla içip, çoraplarımı çıkartacak, katlayarak yastığımın altına koyacağım. Sonrasında terliklerimi düzgünce yatağın ortasına hizalayacağım. Çünkü böylelikle sabah bulması kolay oluyor. Sonra da battaniyemi üzerime çekip, “ayağını yorganına göre uzat” deyişini mırıldanarak kendime bir uyku aranacağım. En zoru da bu aslına bakarsanız. Her gece kuralına uygun bir uyku bulup rahatça uyumak. Bu beni çok yoruyor. Yastığa başımı koyduğumda olası göreceğim rüyaları düşünürken bitkin düşmek. Ama bilirsiniz rüyalarımızı seçmemiz mümkün değil. Ne çıkarsa bahtına gibi bir durum bu.
            Az kalsın unutuyordum. Bu gün Sab(r)i bir şiirini bitirmiş. Akşam yemeğinden sonra yemekhanede okudu. Onu da paylaşayım sizinle. Sab(r)i’ den daha sonra bahsederim size.
            (.) nokta



şey

şey’e

biz bir şeyiz
belki lüzumundan fazla

evet biz bir şeyiz
bütün o anlamsız gürültülü şeylerin arasında
avuçlanacak bir şey işte, ...

ellerimiz mesela bir şey
gözlerimiz birbirine değdiğinde başka bir şey
dudaklarımız, en çok da dudaklarımız, …

biz bir şey’sek ki bir şeyiz
o şey içinde olanca şey' leşelim.

            sab®i

25 Kasım 2010 Perşembe

yirmiyedinisanikibin0dokuz

            Hüznü bahçeye yakın boyası dökük gri duvara yaslanmış gürül gürül ağlıyordu. Onu onca ay sonra ilk kez böyle görüyordum. Abartmıyorum hiç, çömeldiği yerde minik minik gözyaşı gölleri oluşmuştu. Hıçkırığında panik ve korku yankılanıyordu. Birkaç hasta bakıcı Hüznü’ nün üzerine eğilmiş bir şeyler anlatarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
            Buralar hep böyledir aslında. Her gün buna benzer olaylar yaşanır, içimizden biri kendisini kaybeder ortalığı savaş alanına çevirir. Ama Hüznü iki koğuşun bulunduğu bu bloktaki en sessiz arkadaştı. Arkadaştı…
            Akıl sağlığını ya da en basit deyimiyle aklını yitirmiş bu insanların arasındaki ilişki nasıl oluyor da arkadaşlık olarak niteleniyor. Kusura bakmayın bu benim akılsızlığım oldu. Unutmayın ben de onlardan biriyim.
            Hüznü’ nün hıçkırıkları biraz da olsa dinmiş gibiydi. İçini çeke çeke bir şeyler demeye çalışıyordu. Fakat bahçenin diğer kıyısında, güneşin tadını çıkartmaya çalışan bizlere yani diğerlerine, söyledikleri net olarak ulaşmıyordu. Anlamıyorduk, anlayamıyorduk.
Bir bakıcı diğer bakıcıların el kol işaretleri üzerine koşarak içeri girdi ve kısa bir süre sonra yeniden olay yerine dönerek Hüznü nün eline bir şeyler tutuşturdu.
Yavaşça oturduğum yerden doğruldum ve olay yerine doğru adımlamaya başladım. Hasta bakıcılardan biri gerekli mesafeyi aşmamam için bana doğru yönelerek seslendi. Durdum. Birkaç metre ötelerindeydim ve artık Hüznü’ yü rahatça duyuyordum.
Hüznü “kaybettim, düşürdüm, ben hapı yuttum” diyordu sadece. Ve bunu öylesine hızlı tekrarlıyordu ki ister istemez hayati bir sorun olduğunu düşünüyordunuz. Düşünüyordunuz! Kısa bir süre sonra bakıcıların yardımıyla Hüznü iyice sakinleşmiş ve rahatlamıştı. Koca bir şişe suyu birkaç saniyede oturduğu yerde bitirdi. Ayakları üzerinde bizlere doğru dönerek güçlükle dikeldi, işaret ve başparmağı arasına sıkıştırdığı pembemsi küçük ilacını bir kupa gibi havaya kaldırdı.
            (.) nokta